6 Aralık 2013 Cuma

Bütün buzullar eriyor!




I.SENARYO: İNSAN OLMASAYDI YERYÜZÜ BUGÜN NEYE BENZERDİ?

Yeryüzü insanlardan önce nasıldı? Eğer Homo sapiens hiç var olmasaydı Dünya yine bugünkü gibi olur muydu?

Bir an için Yeryüzü tarihinin son 125.000 yılını eski bir teyp cihazına kaydettiğimizi varsayalım. Şimdi teybi durdurup, bandı geri saralım.


Teyp makarası geri döndükçe insan sayısının yavaş yavaş eksilir. Geçen her dakikada 10 futbol sahası büyüklüğündeki ormanlık alan yeniden kazanılır. İlk başta her yıl Danimarka’dan biraz daha büyükçe bir alan ağaçlanır. Yitirilen ormanların tümü 150 yılda yeniden kazanılır. Aynı zamanda şehirler beton bir gelgit gibi yavaş yavaş çekilir. Mega kentler önce kentlere, daha sonra kasabalara ve köylere dönüşür; insan eli değmemiş yeşil alanlar cangıl haline gelir. Dünyanın nehirleri üzerindeki barajlar teker teker ortadan kalkar. Deniz tabanındaki gemi enkazları ve telekomünikasyon kabloları temizlenir. Toprağın altı, dünyada bugüne dek yaşamış olduğu varsayılan 108 milyar insandan temizlenir. Fosil yakıtlar, değerli taşlar ve metaller, madenler eski yerlerine iade edilir. Aralarında karbon ve sülfür dioksidin de bulunduğu havayı kirleten tonlarca madde atmosferden emilir.

En sonunda 125.000 yıl öncesine vardığımızda, bize çok uzak gibi gelen bir noktaya ulaşmış oluruz. Aslında bu süre jeolojik açıdan “dün” gibidir; ancak insan yaşamının kısalığı göz önüne alındığında, modern insanın var oluşundan bugüne dek geçen süreyi kapsar. Teybi bu noktaya kadar geri sardırdığımızda Yeryüzü’nde insan etkisini tümüyle ortadan kaldırmış oluruz. Peki, bu nasıl bir Dünya’dır?


125.000 YIL ÖNCE YERYÜZÜ NASILDI?

125.000 yıl önce Yeryüzü Eemian buzul-arası dönemini yaşıyordu. 15.000 yıl süren bu ılıman dönemin sonunda, Dünya birdenbire ısınarak sıcak ve yeşil bir gezegen haline geldi. Bu sıcak ve stabil iklim en fazla Homo sapiens’e yaradı. Türümüz ilk olarak 200.000 yıl önce Doğu Afrika’da ortaya çıkmıştı. 125.000 yıl öncesinde popülasyon 10.000 ile 100.000 arasındaydı. Bu insanlar avlanarak veya toplayıcılık yaparak hayatta kalıyorlardı.


Ancak o dönelde Homo sapiens’ler yalnız değildi. New York Kenti’ndeki Amerikan Doğa Tarihi Müzesi’nden antropolog Ian Tattersall “gezegendaşlarımızı” şöyle anlatıyor: “Hominid soyundan gelen en az üç tür vardı. Afrika’da Homa sapiens, Doğu Asya’da Homo erectus ve Avrupa’da Neanderthaller. Bildiğimiz ve bilmediğimiz tüm insan türleri dünyanın herhangi bir noktasında hayatta kalma çabası içindeydi. Afrika’da o sırada nelerin olup bittiğini kimse bilmiyor.”

İnsanlardan başka Yeryüzü’nde çeşitli büyük hayvanlar da bulunuyordu. Okyanuslarda balinalar, karalarda iri otyiyenler bulunuyordu. Kuzey Kutbu’nda iri mamutlar, Avrupa’da iri kediler, Amerika kıtalarında atlar vardı.


İNSAN ELİYLE BAŞLAYAN ANİ DEĞİŞİKLİKLER

Ancak her şey en ufak bir belirti vermeden birdenbire değişti. Veya başka bir ifadeyle önce insanlar değişti, buna bağlı olarak tüm dünya değişti. Tattersall bu değişimi şöyle anlatıyor: 100.000 yıl önce insanlar ilk kez doğanın dışına çıkıp, doğaya karşı cephe almaya başladılar. Ve bugün aşına olduğumuz çıkar hesaplarıyla doğal hayata zarar vermeye başladılar. Örneğin MÖ 2000’li yıllarda dünya nüfusu 10 milyonlar civarındaydı. MS 1700’lu yıllara gelindiğinde nüfus birdenbire 600 milyona ulaştı. Şimdi 7 milyardan biraz fazla ve her gün 220.000 kişi nüfusa katılıyor. Bunlar yalnızca insanlar. Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü’ne (FAO) göre küresel sığır nüfusu 1.4 milyarı, domuz ve koyun sayısı bir milyarı ve tavuk sayısı 19 milyarı buluyor. Ve en kötüsü enerjiyi hiç olmadığı kadar büyük bir açgözlülükle tüketiyoruz. Yalnızca 20.yüzyılda enerji tüketimi 16 misli arttı.”

Ayrıca Yeryüzü’nün doğal görüntüsü de tarım ve ateşin kullanımı ile değiştiriliyor. Pek çok bölgede doğal yeşilliğin yerini ekili alanlar alıyor Gezegenin yüzeyinin % 30’u ile % 50’si arası şu ya da bu şekilde insanlar tarafından kullanılıyor. Ve erişilebilir tatlı suyun % 50’sinden fazlasını şu anda tüketilmekte.

Yeryüzü’nün doğal görüntüsünü en fazla değiştiren tarımsal etkinlik pirinç ekimi. İnsanlar küçük barajlar oluşturarak, suların tortul hareketini tümüyle değiştiriyor. Amaçları, pirinç yetiştirmek için her yerde bataklıklar oluşturmak. Bu nedenle pek çok alan düzleştirildi.


RÜZGARIN SAVURDUĞU TOHUMLAR GİBİ

Modern insan, doğayla birlikte değil, doğaya karşı mücadeleye başlamasından bu yana dünyanın dört bir yanına rüzgarda savrulan tohumlar gibi dağıldılar. Yakın Doğu’ya 125.000 yıl önce, Güney Asya’ya 50.000 yıl önce, Avrupa’ya 43.000 yıl önce, Avustralya’ya 40.000 yıl önce ve Amerika kıtalarına 30.000 ile 15.000 yıl önce yerleştiler. En son 700 yıl önce Yeni Zelanda’ya el attılar.

İnsanlar gittikleri her yere hayvanlarını da götürdüler. Bazılarını bilerek (köpek, kedi ve domuz), bazılarını da bilmeyerek (fare) taşıdılar. Doğal ortama yabancı olan bu hayvanlar hassas bir dengesi olan ekosistemlerde geriye dönüşü olmayan değişiklikler yarattı.

Ayrıca insanlar o bölgelere özgü bir takım hayvan türlerinin tükenmesine yol açtılar. Örneğin dodo kuşu, Mauritius mavi güvercini, deniz vizonu gibi...


İKLİMLERİ DEĞİŞTİRİYORUZ

İnsanlar en büyük kötülüğü, iklimleri değiştirerek yaptılar. Mayıs ayında atmosferik karbon dioksit düzeyi milyonlarca yıldan beri ilk kez 400 ppm düzeyine çıktı. Bu düzey 125.000 yıl önce yalnızca 275 ppm idi. Bu artış kısmen fosil yakıt tüketiminden kaynaklanmakla birlikte, dünya ormanlarının yok edilmesinin de katkısı yabana atılmaz.

İklim değişikliği anında Yeryüzü buzullarını etkiledi. Dünya üzerinde buzullar giderek küçülürken, bazı yerlerde tümüyle yok oldu. (Bknz: İnsanların Olduğu bir Dünyayı Nasıl Bir Gelecek Bekliyor?) Colorado Üniversitesi’ndeki Amerikan Ulusal Kar ve Buzul Veri Merkezi dünya üzerindeki 130.000 buzulun envanterini çıkarttı. Bunların bazıları büyürken, çoğu küçülüyor. Dünyada büyüyen her bir buzula 10 küçülen buzul düşüyor. Kutuplardaki buzul levhaları parçalanıp denize gömülüyor. Temmuz ayında Antarktika’da Pine Adası buzulundaki 30 km uzunluğundaki bir yarık New York kenti büyüklüğünde bir buzul dağı yarattı.


II. SENARYO: İNSAN OLMASAYDI YERYÜZÜ’NÜN GELECEĞİ NASIL OLURDU?

Bazı bilim insanları Homo sapiens olmasaydı, Yeryüzü’nün başka bir insansı türün gelişimine tanık olacağını ve sonucun bugünden daha farklı olmayacağını ileri sürüyor.

Şimdi Homo sapiens’in 125.000 yıl önce Afrika’da ölümcül bir virüs veya doğal bir felakete bağlı olarak ortadan kalktığını var sayalım. Modern insanın olmadığı bir dünyanın geleceği nasıl olurdu?

Bu sorunun yanıtı bazılarına göre çok basit: 125.000 yıl önce nasılsa yine öyle olur. İngiltere’de Leicester Üniversitesi’nden jeolog Jan Zalasiewicz bu konuda şu öngörüde bulunuyor: “Sürekli bir biyosfer olurdu. Başka bir deyişle ormanlar, savanlar dünyanın dört bir yanını sarmış olurdu. Yollar, tarlalar, kentler olmazdı. Karalarda bol miktarda hayvan, denizlerde balina ve balık bulunurdu.

Virginia Üniversitesi’nden iklim bilimcisi Bill Ruddiman bunun çok uzun sürmeyeceğini düşünüyor: “Eğer insanlar 125.000 yıl önce ortadan kaybolsaydı, yeni bir buzul çağına girerdik. Buzullar büyür ve her yanı kaplardı.” Ruddiman’ın bu görüşü zamanında sert eleştirilere hedef olmakla birlikte, pek çok iklim bilimcisi zaman geçtikçe kendisine hak veriyor.

Ancak antropologların bazıları Homo sapiens’in boşluğunu diğer insan türlerinin doldurabileceği görüşünde. Neanderthal , Homo erectus veya bugün hala keşfedemediğimiz bazı türler, sayıca çoğalarak bizim yerimize dünyayı şekillendiriyor olabilirlerdi.


DARALAN EVRİM

Colorado’daki Denver Doğa ve Bilim Müzesi’nden astrobiyolog David Grinspoon, daralan evrim (convergent evolution) fikri ile Homo sapiens’in yarattığı boşluğun başkaları tarafından doldurulacağına inanıyor: “Başka türlerin üzerinde de seçici bir baskı olacağı için bizim geçtiğimiz yollardan geçerek gelişebilirlerdi. Büyük beyin, konuşarak iletişim kurma, sembolik düşünme yeteneği ve tarımı geliştirme becerisi ile donanmış başka bir tür, bizim yaptıklarımızın aynısını yapabilirdi. Böylece Homo sapiens olmasaydı yeryüzü yine bugünküne benzer bir görüntüye bürünürdü. Aynısı olmasa bile daha uzun zamanda bu hale gelebilirdi.”

Özet olarak insan olmasaydı hiçbir şey değişmeyebilirdi. Belki de Yeryüzü er veya geç kaçınılmaz olarak bugünkü haline gelecekti.


III. SENARYO: İNSANIN OLDUĞU BİR DÜNYA’YI NASIL BİR GELECEK BEKLİYOR?

National Geographic dergisi Yeryüzü’ndeki milyonlarca kilometre küp buz eridiğinde nasıl bir felaketle karşılaşabileceğimizi gösteren etkileşimli bir dizi harita yayımladı. Haritalara baktığımızda 5.000 yıl sonra bazı ülkelerin yeryüzünden silineceğini ve pek çok kentin sular altında kalacağını görüyoruz.

Ortalama sıcaklığın bugünkü 14.4 °C dereceden 26.6 °C dereceye çıkması durumunda deniz seviyesinin 65.8 metre yükselmesiyle birlikte tüm şehirler sular altında kalacak ve bildiğimiz dünya haritası yepyeni bir şekil alacak. Bilim insanları Yeryüzü’ndeki tüm buzların ancak 5.000 yıl sonra eriyebileceğini söylemekle birlikte, atmosfere bugünkü hızında karbon salımı devam ettiği sürece bunun çok daha erken meydana gelebileceğini öngörüyor.

New York, San Francisco, New Orleans ve Londra sular altında kalacak şehirlerden yalnızca birkaçı. Tüm Florida eyalet olarak sulara gömülecek. Buna bağlı olarak kıtaların bir başından diğerine popülasyon göçlerinin yaşanması kaçınılmaz olacak. Sonuçta hastalıklar, yoksulluk ve şiddet gibi bugün de var olan sorunlar iyice kontrolden çıkacak. Zaten sınırlı olan kaynaklar giderek tükeneceği için ülkeler arasında kaynak paylaşımı nedeniyle çatışmalar çıkacak.


3 ÜLKE YOK OLACAK

Derginin yaptığı çalışmaya göre ABD’nin dışında İngiltere’nin doğu kıyılarının tamamını içine alacak şekilde Kuzey Avrupa toprakları sular altında kalacak, Danimarka, Hollanda ve Belçika’nın tümü haritadan silinecek. Kuzey Çin’in büyük bir kısmı, Endonezya ve Filipinler gibi ada ülkeleri yok olacak. En büyük kaybı Bangladeş yaşayacak; Atlantis adlı efsanevi kıta gibi denize gömülecek.


TÜRKİYE'DE HANGİ ŞEHİRLER ETKİLENECEK?

Marmara Bölgesi'nde Tekirdağ, İstanbul ve Bursa'nın büyük bir kısmı sular altında kalacak. İzmit de sular tarafından yutulurken, Karadeniz sahil şeridi boyunca Sinop, Samsun, Trabzon illeri içeri doğru daralacak. Ege Bölgesi'nde İzmir'i yutan sular, Yunan Adaları'nı denize gömecek. Akdeniz Bölgesi'nde ise Adana'daki Çukurova deltası tamamen haritadan silinecek. Kıbrıs’ın da % 20'lik bir kısmının sular altında kalacağı tahmin ediliyor.

National Geographic dergisi, bunca uyarıya karşın önlem almakta “ayak sürüyen” Homo spiens’in kendi sonunu hazırlayan felaketlere davetiye çıkarttığını söylüyor. Miami Üniversitesi Jeoloji Bilimleri’nden Hal Wanless, Homo sapiens’e bu tutumundan dolayı yeni bir Latince isim verilmesi gerektiğini söylüyor. Önerdiği isim : Fervents tardius amentes Rana. (Tercümesi: Yavaş yavaş haşlanan beyinsiz kurbağa).

İLGİLİ HABER İÇİN TIKLAYINIZ


BU ÜLKELER SULAR ALTINDA KALACAK

Derleyen: Reyhan Oksay

Kaynak: New Scientist, 16 Kasım 2013

National Geographic, 8 Kasım 2013

1 Aralık 2013 Pazar

What Depth Does Magma Form Beneath Subduction Zone Volcanoes?



What Depth Does Magma Form Beneath Subduction Zone Volcanoes?






Animated drawing of continental and oceanic crust at a convergent plate boundary. Play Animation


Descending Plates in a Subduction Zone
For decades, geologists have been puzzled by the mechanisms that give rise to the kind of volcanoes that form the so-called "ring of fire" around the Pacific Ocean. These arc volcanoes, which account for about 10 to 25 percent of all volcanoes, are produced when one of the plates that make up Earth's crust plunges beneath another plate, a process called subduction.

What was unclear was what factors controlled when, how and at what depth fluids and molten rock from these subducting plates are released, giving rise to the molten magma in the Earth's mantle that would then come spewing to the surface in the form of a volcanic eruption. This process produces many of the world's major deposits of important metals, so understanding how it works could help in locating these sources.

The mystery has now been solved, thanks to fieldwork, experiments and computer modeling carried out by Professor of Geology Timothy Grove of the Department of Earth, Atmospheric and Planetary Sciences (EAPS), graduate student Christy Till, and three colleagues. The results were published in the June 4 issue of Nature.


Melting at Depths of 60 km to 170 km

The new findings will force a rewriting of textbooks and encyclopedias, Grove says. The conventional understanding has been that the depth to these descending slabs under arc volcanoes is always 100 kilometers, but recent analysis shows that in fact the depth can vary considerably, from around 60 km to more than 170 km, depending on a number of factors.


Water and the Stability of Chlorite

Grove says the discovery of this variability in depths led his team to question why. A key variable was the characteristics of a particular mineral called chlorite that forms in the mantle above the oceanic crust. Chlorite contains a large amount of water, and this water is released when the chlorite breaks down at specific combinations of temperature and pressure.

Chlorite breakdown occurs at particular depths in the Earth's mantle determined by the exact angle of the slab as it plunges downward. "The stability of this mineral is the key factor in our paper," Till says, because that's what limits the melting process to such a narrow range of conditions. The speed at which the two plates are converging, the team found, has relatively little effect on the melting depth.

"By knowing that process, we can independently come up with a model for the thermal structure below these volcanoes, and why arc magmas come from these certain depths," Till says. Until this research, she says, "we were still missing that link in how arc volcanoes form."


Understanding Metal Deposits

Understanding the process that produces arc volcanoes is important because, among other things, most of the world's major deposits of such metals as silver, copper and molybdenum occur in these formations. Knowing exactly how they form could eventually lead to a better ability to locate such deposits, Grove says.

In addition to Grove and Till, the research was carried out by EAPS graduate student Einat Lev, Nilanjan Chatterjee, a principal research scientist in EAPS, and Etienne Medard, a former EAPS researcher who is now a professor at Clermont-Ferrand in France. The research was supported by a grant from the NSF.



http://geology.com

27 Kasım 2013 Çarşamba

Marmara Denizi’nde deprem




Kasım 27, 2013


Tekirdağ'da saat 06.13'de 4.7 büyüklüğünde ve hemen ardından 06.21'de 4.0 büyüklüğünde bir diğer deprem daha meydana geldi.

Tekirdağ’da saat 06.13′te merkez üssü Marmara Ereğlisi açıkları olan 4.7 büyüklüğünde bir deprem meydana geldi. Deprem İstanbul’da da hissedildi.


Boğaziçi Üniversitesi Kandilli Rasathanesi ve Deprem Araştırma Enstitüsü Ulusal Deprem İzleme Merkezi’nin verilerine göre, deprem saat 06.13′te, Tekirdağ’ın Marmara Ereğlisi ilçesinin 13 kilometre güneyinde, yerin 
9,6 kilometre derinliğinde gerçekleşti. Deprem, Tekirdağ ve ilçeleri ile İstanbul’da da hissedildi. Saat 06:21′de 4.0 büyüklüğünde bir deprem daha meydana geldi.








25 Kasım 2013 Pazartesi

How Do Diamonds Form?



How Do Diamonds Form?

Contrary to what many people believe, most diamonds do not form from coal.


Diamonds found at or near Earth's surface have formed through four different processes. The plate tectonics cartoon above presents these four methods of diamond formation. Additional information about each of them can be found in the paragraphs and small cartoons below.


Methods of Diamond Formation

Many people believe that diamonds are formed from the metamorphism of coal. That idea continues to be the "how diamonds form" story in many science classrooms.

Coal has rarely played a role in the formation of diamonds. In fact, most diamonds that have been dated are much older than Earth's first land plants - the source material of coal! That alone should be enough evidence to shut down the idea that Earth's diamond deposits were formed from coal.

Another problem with the idea is that coal seams are sedimentary rocks that usually occur as horizontal or nearly horizontal rock units. However, the source rocks of diamonds are vertical pipes filled withigneous rocks.

Four processes are thought to be responsible for virtually all of the natural diamonds that have been found at or near Earth's surface. One of these processes accounts for nearly 100% of all diamonds that have ever been mined. The remaining three are insignificant sources of commercial diamonds.

These processes rarely involve coal.

1) Diamond Formation in Earth's Mantle



Most commercial diamond deposits are thought to have formed when a deep-source volcanic eruption delivered diamonds to the surface. In these eruptions magma travels rapidly from deep within the mantle, often passing through a diamond stability zone on its route to the surface. Pieces of rock from the diamond stability zone may be torn free and carried rapidly upwards to the surface. These pieces of rock are known as "xenoliths" and may contain diamonds.


Geologists believe that the diamonds in all of Earth's commercial diamond deposits were formed in the mantle and delivered to the surface by deep-source volcanic eruptions. These eruptions produce the kimberlite and lamproite pipes that are sought after by diamond prospectors. Diamonds weathered and eroded from these eruptive deposits are now contained in the sedimentary (placer) deposits of streams and coastlines.

The formation of natural diamonds requires very high temperatures and pressures. These conditions occur in limited zones of Earth'smantle about 90 miles (150 kilometers) below the surface where temperatures are at least 2000 degrees Fahrenheit (1050 degrees Celsius) (1). This critical temperature-pressure environment for diamond formation and stability is not present globally. Instead it is thought to be present primarily in the mantle beneath the stable interiors of continental plates (2).

Diamonds formed and stored in these "diamond stability zones" are delivered to Earth's surface during deep-source volcanic eruptions. These eruptions tear out pieces of the mantle and carry them rapidly to the surface (3), See Location 1 in the diagrams above and at right. This type of volcanic eruption is extremely rare and has not occurred since scientists have been able to recognize them.

Is coal involved? Coal is a sedimentary rock, formed from plant debris deposited at Earth's surface. It is rarely buried to depths greater than two miles (3.2 kilometers). It is very unlikely that coal has been moved from the crust down to a depth well below the base of a continental plate. The carbon source for these mantle diamonds is most likely carbon trapped in Earth's interior at the time of the planet's formation.


2) Diamond Formation in Subduction Zones



Subduction zones occur at convergent plate boundaries where one plate is forced down into the mantle. As this plate descends it is exposed to increasing temperature and pressure. Diamonds have been found in rocks that are thought to have been subducted and then returned to the surface. These types of rocks are very rare and no known commercial diamond deposits have been developed within them. The diamonds found in these types of deposits have been very small and not suitable for commercial use.



Tiny diamonds have been found in rocks that are thought to have been subducted deep into the mantle by plate tectonic processes - then returned to the surface (4). (See Location 2 in the diagrams above and at right.) Diamond formation in a subducting plate might occur as little as 50 miles (80 kilometers) below the surface and at temperatures as low as 390 degrees Fahrenheit (200 degrees Centigrade) (1). In another study, diamonds from Brazil were found to contain tiny mineral inclusions consistent with the mineralogy of oceanic crust. (8)


Is coal involved? Coal is a possible carbon source for this diamond-forming process. However, oceanic plates are more likely candidates for subduction than continental plates because of their higher density. The most likely carbon sources from the subduction of an oceanic plate are carbonate rocks such as limestone, marble and dolomite and possibly particles of plant debris in offshore sediments.


3) Diamond Formation at Impact Sites



Diamonds have been found in and around the craters of asteroid impact sites. Earth has been repeatedly hit by asteroids throughout its history. These asteroids hit with such force that pressures and temperatures high enough to form diamonds are produced. If the target rock contains carbon the conditions needed to form diamonds might occur within the impact area. These types of diamonds are rare and do not play an important role in commercial diamond mining.

Throughout its history, Earth has been repeatedly hit by largeasteroids. When these asteroids strike the earth extreme temperatures and pressures are produced. For example: when a six mile (10 kilometer) wide asteroid strikes the earth, it can be traveling at up to 9 to 12 miles per second (15 to 20 kilometers per second). Upon impact this hypervelocity object would produce an energy burst equivalent to millions of nuclear weapons and temperatures hotter than the sun's surface (5).


The high temperature and pressure conditions of such an impact are more than adequate to form diamonds. This theory of diamond formation has been supported by the discovery of tiny diamonds around several asteroid impact sites. See Location 3 in the diagrams above and at right.


Tiny, sub-millimeter diamonds have been found at Meteor Crater in Arizona. Polycrystalline industrial diamonds up to 13 millimeters in size have been mined at the Popigai Crater in northern Siberia, Russia. [7]

Is coal involved? Coal could be present in the target area of these impacts and could serve as the carbon source of the diamonds. Limestones, marbles, dolomites and other carbon-bearing rocks are also potential carbon sources.


4) Formation in Space


Diamonds have been discovered in some meteorites. These diamonds are thought to have formed in space in response to asteroid impacts or other severe events.


NASA researchers have detected large numbers of nanodiamonds in some meteorites (nanodiamonds are diamonds that are a few nanometers - billionths of a meter in diameter). About three percent of the carbon in these meteorites is contained in the form of nanodiamonds. These diamonds are too small for use as gems or industrial abrasives, however, they are a source of diamond material (6), See Location 4 in the diagrams above and at right.


Smithsonian researchers also found large numbers of tiny diamonds when they were cutting a sample from the Allen Hills meteorite (7). These diamonds in meteorites are thought to have formed in space through high speed collisions similar to how diamonds form on Earth at impact sites.


Is coal involved? Coal is not involved in the creation of these diamonds. The carbon source is from a body other than Earth.

The Most Convincing Evidence

The most convincing evidence that coal did not play a role in the formation of most diamonds is a comparison between the age of Earth's diamonds and the age of the earliest land plants.

Almost every diamond that has been dated formed during thePrecambrian Eon - the span of time between Earth's formation (about 4,600 million years ago) and the start of the Cambrian Period (about 542 million years ago). In contrast, the earliest land plants did not appear on Earth until about 450 million years ago - nearly 100 million years after the formation of virtually all of Earth's natural diamonds.

Since coal is formed from terrestrial plant debris and the oldest land plants are younger than almost every diamond that has ever been dated, it is easy to conclude that coal did not play a significant role in the formation of Earth's diamonds.

http://geology.com

24 Kasım 2013 Pazar

Jeolojik Zamanlar


Bu zamanlarda dünyamızın yapısı, canlı türleri ve meydana gelen olaylar için detaylı bilgi :
http://www.biltek.tubitak.gov.tr/bilgipaket/jeolojik/index2.htm

Jeotermal Enerji Nedir



                                         

Jeotermal enerji yerkürenin iç ısısıdır. Bu ısı merkezdeki sıcak bölgeden yeryüzüne doğru yayılır.

Jeotermal kaynakların üç önemli bileşeni vardır:
1. Isı kaynağı,
2. Isıyı yeraltından yüzeye taşıyan akışkan,
3. Suyun dolaşımını sağlamaya yeterli kayaç geçirgenliği.

Jeotermal alanlarda sıcak kayaç ve yüksek yeraltı suyu sıcaklığı normal alanlara göre daha sığ yerlerde bulunur. Bunun başlıca nedenleri arasında:
• Magmanın kabuğa doğru yükselmesi ve dolayısıyla ısıyı taşıması,
• Kabuğun inceldiği yerlerde yüksek sıcaklık farkı sonucunda oluşan ısı akışı,
• Yeraltı suyunun birkaç kilometre derine inip ısındıktan sonra yüzeye doğru yükselmesi.


Ideal Jeotermal Sistemin Sematik Gösterimi

Jeotermal saha, sistem ve rezervuarı birbirlerinden ayırmak üzere aşağıdaki tanımlar yapılabilir.

Jeotermal Saha:
Yeryüzünde bir jeotermal etkinliği gösteren coğrafik bir tanımdır. Eğer yeryüzünde herhangi bir doğal jeotermal çıkış yoksa, yeraltındaki jeotermal rezervuarın üstündeki alanı tanımlamakta kullanılır.

Jeotermal Sistem:
Yeraltındaki hidrolik sistemi bütün parçaları ile birlikte (beslenme alanı, yeryüzüne çıkış noktaları ve yeraltındaki kısımları gibi) tanımlamakta kullanılır.

Jeotermal Rezervuar:
İşletilmekte olan jeotermal sistemin sıcak ve geçirgen kısmını tanımlar.

Jeotermal sistemler ve rezervuarlar; rezervuar sıcaklığı, akışkan entalpisi, fiziksel durumu, doğası ve jeolojik yerleşimi gibi özelliklerine göre sınıflandırılırlar. Örneğin jeotermal rezervuarda 1 km derinlikteki sıcaklığa bağlı olarak sistemleri iki gruba ayırmak olasıdır.
a.) Rezervuar sıcaklığının 150°C' dan düşük olduğu, düşük sıcaklıklı sistemler: Bu tür sistemler genelde yeryüzüne ulaşmış doğal sıcak su veya kaynar çıkışlar gösterirler.
b.) Rezervuar sıcaklığının 200°C' dan yüksek olduğu yüksek sıcaklıklı sistemler: Bu tür sistemler ise doğal buhar çıkışları (fumeroller), kaynayan çamur göletleri ile kendini gösterir.

Jeotermal sistemlerin fiziksel durumlarına bağlı olarak sınıflandırılmaları durumunda, üç farklı rezervuar durumu tanımlanabilir.

Sıvının etken olduğu jeotermal rezervuarlar:
Rezervuardaki basınç koşullarında su sıcaklığının buharlaşma sıcaklığından daha düşük olduğu rezervuarları tanımlamakta kullanılır. Rezervuar basıncını sıvı su fazı kontrol etmektedir.

İki fazlı jeotermal rezervuarlar:
Rezervuarda sıvı su ve su buharı birlikte bulunmaktadır ve rezervuar basıncı ve sıcaklığı suyun buhar basıncı eğrisini izler.

Buharın etken olduğu jeotermal rezervuarlar:
Rezervuar basıncındaki akışkan sıcaklığının suyun buhar basıncı eğrisi sıcaklığından daha yüksek olması durumunda bu tür rezervuarlar oluşurlar. Rezervuardaki basıncı su buharı fazı kontrol etmektedir.

Bir jeotermal rezervuarın fiziksel durumu ve kimyasal özellikleri zamana bağlı olarak değişiklik gösterebileceği gibi aynı rezervuar içerisindede bir noktadan diğerine farklılıklar gösterebilir. Örneğin sıvının etken olduğu bir rezervuar, üretim sonucu oluşan basınç düşümünden dolayı, zamanla iki fazlı bir jeotermal akışkan durumuna dönüşebilir. Jeotermal enerji, hava kirliliği yaratmayan ve dikkatli kullanıldığında çevre sorunlarını en aza indirgeme özelliği olan bir enerji kaynağıdır. Jeotermal enerji kaynağının sürdürülebilir projelerde kullanılması amaçlanmalıdır. Projelerin sürdürülebilir olması için jeotermal sistemlerin ve rezervuarların iyi bilinmesi ve varolan yeraltı özelliklerinin projelerin avantajına olacak şekilde değerlendirilmesi gerekmektedir.




Kaynak: www.eie.gov.tr



23 Kasım 2013 Cumartesi

MAYA UYGARLIĞI



MAYA UYGARLIĞI


Kehanetler: Yüzlerce yıl önce yok olan Maya Uygarlığı'nın tabletlerine göre dünya büyük bir tufandan sonra son çağına girecek.

Maya takvimindeki yok oluş tarihi Marduk'la da örtüşüyor. Dünyanın beşinci değişimi bu yüzyılda. Tabletlerdeki Maya takvimi tufanların yaşandığı 4 çağdan sonra sonu yine tufanla bitecek 5'inci çağın 21'inci yüzyılda başladığına işaret ediyor.

Mayalar kim di?: Her şeyden önce Mayalar çok üstün seviyeli dinsel bilgilerle geldiler. Tek tanrı inancındaki eski "Mu Güneş Dini" ne bağlı bir topluluktular. Örneğin Mısır uygarlığı, Mu'dan sonra gelen ve Mu kadar gelişmemiş bir uygarlık olan Atlantis'in bir kolonisiydi. Öyle olmasına rağmen dönemin çok üstünde bir gelişim gösteren bir uygarlık olarak tarih sahnesine çıktılar. Mayalar o anlamda Mısır'dan hem çok daha üstün bilgiye ve daha eski bir geçmişe sahiplerdi. Çok gelişmiş dini sistemleri sayesinde geleceğe ait bazı bilgilere sahip olan Mayalar'ın geleceğe ait olan bilgileri ise geçmişe ait bilgiye sahip olmalarında yatıyordu. "Başlangıç nasılsa son da öyle olacaktır" diye çok eski ezoterik bir söz vardır. Çünkü bazı şeyler yeryüzünde periyodik olarak tekrar ediyor. İşte Mayalar'ı önemli kılan bu ezoterik (gizli öğreticilik) bilgi birikimine sahip olmalarıydı. Mayalar'a göre yeryüzünde meydana gelen en önemli değişimlerden biri de eksen açısıyla ilgiliydi.

Günümüz bilimsel bulguları Mayalar'ın bu bilgisiyle tam anlamıyla örtüşmüş durumdadır.

Mayalar 2012 için 'zamanların sonu' diyor. Ancak bu yok oluş anlamında değil fiziksel bir değişim. İnsanoğlu dört kez geriledi ve artık değişim zamanı. Mayalar'a göre; 2012 yılı insanlığın yükselişinin başlangıcı olacak.

Maya Kehanetleri'ne göre 22 Aralık 2012 tarihi dünya için çok önemli. Çünkü bu dönemde içinde yaşadığımız çağ sona ererek yeni bir çağ başlayacak. Büyük bir tufanla gelecek olan bu yeni çağın ipuçlarını ise bilim adamlarına göre iklimsel değişimler sayesinde şimdiden gözlemleyebiliyoruz. "Beşinci kutupsal kayma" olarak adlandırılan bu değişimde daha önceki değişimlerde olduğu gibi yine kutupların manyetik alanının değişmesiyle meydana geleceğini söyleyen Sınır Ötesi Yayınları'nın Genel Yayın Yönetmeni Ergun Candan, dünyadaki iklimlerin değişimini de buna bağlıyor. Candan, "Kutuplar yer veya açı değiştirdiğinde kutuplarda buzlar eriyor. Kaldı ki, küresel ısınma sonucu şu anda Kuzey Kutbu'ndaki buzullar zaten erimeye başlamış durumda. Mayalar'a göre de daha önce yaşanan dört çağda tıpkı bu şekilde sona erdi" diyor.

Dünyanın en az dört kez kutupsal kayma (kuzey ve güney kutbu) yaşadığı bilimsel verilerle kanıtlandı. En son Discovery kanalında dünyanın manyetik alanının belirli periyotlarla nasıl değiştiğini bilimsel çevreler açıkladı. Hatta bilgisayar ekranındaki üç boyutlu animasyonlarla gösterimi yapıldı. Şu anda dünyanın manyetik alanında muazzam bir değişim var. Bunun da en büyük nedeni güneşte meydana gelen değişimler. İlginç olan Mayalar bunu biliyordu. Konunun bir diğer yanı da Mayalar'ın bununla da yetinmeyip, gelecekte tüm insanlığı etkileyecek trajediyi bizlere şifreli bir şekilde duyurmuş olmalarıdır. Bu şifreye göre dünya için 2012 yılı çok önemli.

Yani bu görüşe göre 2012 yılında dünya yok mu olacak?: Mayalar 2012 için 'zamanların sonu' diyor. Fakat bu dünyanın top yekun yok oluşu değil, bir fiziksel değişim. Daha önce yaşanan sanki tufan gibi düşünebiliriz. Bu fiziksel değişimlerle birlikte ruhsal değişimler de birbirleriyle orantılı devam ediyor. Her bir büyük fiziksel değişimlerle birlikte insanlık ruhsal değişimde yaşıyor. Şu ana kadar insanlar aşağıya inişi yaşadı. Birincisinde biraz daha kabalaştı, ikincisinde biraz daha, üçüncüsünde biraz daha... Dördüncünün sonunda tam anlamıyla bir dip yaptı. Bu yüzden 2012'yi Mayalar insanlığın yeniden yukarı çıkışın yaşanacağı bir çağ olarak tanımlıyor. Hatta çeşitli dinler bundan Altın Çağ, vaat edilen cennet veya Nirvana gibi bahseder. 2012'nin önemi burada. Aşağıya inen insanlık tekrar yukarı çıkacaktır. Bunun da ilk basamağı 2012'dir diyor Mayalar.

Bugüne kadar Mayalar'ın hangi kehanetleri yerini buldu? Şu anda bilimsel olarak ispat edilen dünyanın dört kez kutup değişimi geçirdiği. Bugün bu durum ispatlanmış durumda. Günümüz insanları bunu yeni keşfetse de, Mayalar bunun farkındaydılar. Bu bile başlı başına önemli bir şey.

Mayalar'la ilgili tüm bu bilgilere nasıl ulaşıldı?: Bütün bunlar dünyaca ünlü astro fizikçi Coterelli'nin bilgilerini bir BBC muhabiri Adrian Gilbert'in derlemesi sonucunda dünya kamuoyuna duyurdu. En önemli buluş da eski Maya kenti Palanque'deki Yazıt Tapınağı'nda buldukları mezar taşının kapağındaki şifreyi çözmeleriyle oldu.

Şifre nasıl çözüldü?: Simetriyle ilgili bilgileri çözerek çok önemli sonuçlara ulaştılar. Kapağın üzerindeki şerit motiflerini simetrik bir şekilde yan yana getirdiklerinde ortaya Jaguar ve bunun üzerinde de bir Yarasa sembolünün ortaya çıktığını gördüler. Mayalar'ın sakladıkları bu sembollerin bir anda belirmesi Cotterel'i şaşkına çevirmişti. Çünkü Mayalar'ın mitolojik yazıtlarında Jaguar beşinci yani bizim çağımızı, yarasa ise ölümü sembolize etmekteydi!... Kapağın üzerinde açık bir şekilde görülen "Güneş Haçı" nın üzerindeki ilikler ise Güneş'in manyetik iliklerini temsil etmekteydi. Bu da Mayalar'ın gizli mesajıydı. Yaşanacak trajedinin sebebi Güneş'te meydana gelecek olan manyetik değişimlerdir!..

Mayalar şaşırtıcı bir astronomi bilgisine sahip bir medeniyetti. Sadece Güneş, Ay ve Mars gibi bugün amatör gözlemcilerin dahi gözlemleyebildiği yakın cisimlerle değil, neredeyse bütün uzak yıldızları, yıldız gruplarını ve bunların hareketlerini gözlemlemişlerdi. Hatta bu gözlemleri sayesinde bir yılı bizim bugün süper bilgisayarlarla hesapladığımız süreden milyonda bir hata payı ile hesaplamışlardı. Zamanı ölçmede hassas hesaplara ulaşmak için döngülerden ve iki ayrı takvimden yararlanmışlardı. Bunların ilki, “kutsal takvim” olarak bilinen ve 20’şer günlük 13 aydan oluşan “Tzolkin” (Gün Sayımı) denen döngüdür. Bu döngü, 13 rakam ve 20 ismin oluşturduğu kombinasyonları içerir ve 260 günlük sürecin bitiş günü “13 Ahau”dur. “Haab” adını taşıyan bir ikinci takvim, bugün bizim kullandığımız güneş takviminin çok benzeridir ve yine 20’şer günlük 18 aydan oluşur. “Uinal” olarak adlandırılan bu 20 günlük ayların toplamı 360 gün yapar ve Maya zaman ölçümünde buna “tun” adı verilir. Normal güneş yılı için gerekli olan 5 artık gün, 5 tanrının adıyla “tun”a eklenir (aynı Mısır ve Sümer’de olduğu gibi!) Her iki döngünün gün sayıları ancak 52 güneş yılı sonra eşitlenir. Tzolkin ile Haab’ın bitişleri aynı güne denk gelir yani, Tzolkin’e göre 13 Ahau gününde, Haab da sona ermiştir.

GÜN SAYISI İSMİ 1 Kin
20 Uinal
360 Tun
7200 Katun
144000 Baktun

İşte Mayaların efsanevi “Long Count” yani “Uzun Sayım” dedikleri süreç, 13 Baktun'a eşittir (1.872.000 gün = 5125,36 güneş yılı) Maya tarihinde “başlangıcı” olarak belirlenmiş noktayı bilmezsek, yukarıdaki hesabı yapamayız. Bizim takvim sistemimize göre bu an, İsa'nın doğduğu varsayılan yıldır. Gregoryen takvimimizde biz bu yılı “0” olarak kabul eder ve öncesini, sonrasını buna göre hesaplarız. Mayalarda da bu tarihin başlangıcı 0.0.0.0.0 günü olmalıdır; yani herşeyin başlangıç noktası Arkeolojik bulgular ve Karbon-14 yöntemi yardımıyla yapım tarihi bizim takvimimize göre büyük bir kesinlikle belirlenen birkaç tapınakta (İzapa, Chichen Itza ve Monte Alban'da) Maya rahiplerinin, yapılış tarihini belgeleyen Uzun Sayım tarihleri de bulunmuş ve yanılma payıyla birlikte Milattan Önce 11 Ağustos 3114 tarihi 0.0.0.0.0 noktası olarak tespit eidlmiştir. Ve buna göre 13.0.0.0.0 tarihi 21 Aralık 2012 gününe denk gelmektedir.

Maya takviminin 21 Aralık 2012'de bitmesinde ne var diye soruyor olabilirsiniz. Aslında bu tarih tespit edildikten sonra araştırmacılarında kafasına takılan soru buydu. Ve ilk akla gelende, astronomide bu kadar ileri bir toplumun bu tarihide bir astronomik oluşumla ilişkilendirmiş olma olasılığıydı. Bu yönde yapılan araştırmalar bu fikrin doğru olduğunu ortaya koydu.
Bilindiği gibi 21 Aralık tarihi yılın en kısa günüdür. John Major Jenkins, 21 Aralık 2012'de gökyüzünde oluşan astronomik konumların, oldukça sıradışı birleşmelere işaret ediyor. Bunların en önemlisi, gezegenlerin ve Ay'ın üzerinde hareket ettiği, “Ekliptik” olarak adlandırdığımız “tutulum çemberi”nin, tam 21 Aralık günü Samanyolu'nun dünyadan görülen ekvatoral çizgisiyle kesişmesi. Bu kesişmenin, modern astronomik ölçümlere göre "galaksimizin merkezi” olduğu belirlenen noktada (süper karadeliklerden biri olduğu düşünülüyor.) gerçekleşmesi, bu tarihi daha da ilginç kılıyor. Ama daha ilginci, 21 Aralık günü Güneş'in de tam “gündönümü” sırasında bu noktayla aynı hizaya gelmesi. Astronomik deyişle “Gündönümü Güneşi”, Ekliptik ile Samanyolu kuşağının “galaksi merkezi” olduğu belirlenen noktayla aynı hizada kesiştiği koordinata yerleşiyor. Bu birleşim, Mayalara göre, “Güneşler” olarak adlandırdıkları devrelerin beşincisinin noktalandığı anı belirlemekte.Maya kozmogonisine göre, dünyanın geçmişi, 13 Baktun'luk (aşağı yukarı 5125 yıl) devrelerden oluşur ve bunların her birinin bitimi, dünya için radikal değişimler ve büyük yenilikler içerir. İçinde bulunduğumuz devre, Mayalara göre beşinci ve son devredir ve 13.0.0.0.0 tarihinde son bulacaktır. Bizim takvimimize göre sözü edilen bu tarih, 21 Aralık 2012'ye denk gelmektedir.

Mayaların bugüne ilişkin öngörüleri,efsaneleri veya kehanetleri ise gerçekten çarpıcı. Buna geçmeden önce bir bilgiyi daha vermek gerekli. İçinde bulunduğumuz galaksi milyonlarca yıldıza sahip olmasına rağmen, galaksimizin merkezi olarak gösterilen nokta yıldız miktarının gayet seyrek olduğu bir nokta. Yaklaşık 25,800 yılda toplam 4 kere (dünyanın presession süresi) galaksi merkezimizle,

" A door into the heart of space and time will open" , Zamanın ve uzayın kalbindeki kapı açılacak
" The cosmos will be reborn or recreated " , Evren yeniden doğacak, yeniden yaratılacak
" We will reach the Zero Point of the process - a moment of collective spiritual birth " , Döngünün sıfır noktasına erişeceğiz, toplu ruhsal doğuş anı
“…our basic orientations will be inverted. On the level of human civilization, our basic assumptions and foundation values will be exposed, and we will have the opportunity to embrace values long since driven under the surface of our collective consciousness”
Bizim basit doğamız ters yüz olacak.

Aslında tek önemli tarih 21 Aralık değil 2012 yılı için. Mayaların astronomi birikimlerinde , Boğa takımyıldızındaki Pleiades grubunun ayrı bir önemi var. G Bu yıldız grubunun gökyüzünün tepe noktasından (“Zenith” noktası) geçişi, Mayalar için önemli bir olaydı ve genellikle Tzolkin ile Haab'ın son günlerinin çakıştığı 52 yıllık dönemin sonunda yaşandığı için de fazlasıyla önemsenirdi. Monte Alban'dan İzapa'ya dek birçok kentte, gökyüzünün tepe noktasını gözlemlemek için hizalanmış şaftlara sahip yapılar bulunmuştur. Bu gözlem noktalarında başını yukarı kaldırıp belli bir anda daracık şafttan gökyüzüne bakan gözlemci, yalnızca Zenith noktasını görürdü. Meksika'nın güneyinde, İzapa'nın bulunduğu paralel üzerinde Güneş – Pleiades buluşması, presesyon etkisinden bağımsız olarak her yıl, ilkbahar ekinoksundan 61 gün sonra gerçekleşir. Günümüzde bu tarih, Güneş'in Boğa Burcu'na girdiği 20 Mayıs tarihine denk gelmektedir.

Bu buluşma Zenith'te gerçekleşirse? Mayıs 2000'deki gezegen dizilimini hatırlayacaksınız. Ama ondan çok daha önemli birşeyi çoğunluğumuz bilmiyoruz Mayalarca önemli olduğu yeterince vurgulanan gün, Güneş – Pleiades – Zenith buluşmasıdır ve bu astronomik olayın gerçekleşme tarihi de 20 Mayıs 2000'dir. Mayalar, 13 Baktun'un hemen öncesine denk gelen bu astronomik buluşmayı, bir sürecin başlangıcını işaretlemek için kullanmışlardı Ünlü Kukulkan piramidinin tepesinde, doğrudan Zenith'e yöneltilmiş, çıngıraklı yılan kuyruğu biçiminde bir sütun yer alır. Çıngıraklı yılanın kuyruğundaki “çıngırak” işaretleri, Maya kültüründe Pleiades'in simgesidir. Çıngırağın biraz aşağısında, “Ahau yüzü” olarak adlandırılan bir kabartma vardır ve bu da, Güneş'i simgelemektedir. Bir bütün olarak Kukulkan piramidinin tepesindeki şekil, Güneş – Pleiades – Zenith buluşmasına işaret etmektedir.









Kaynak : http://www.yerbilimi.com

21 Kasım 2013 Perşembe

Kayaçların Yaşı Nasıl Bulunur







Kayaçların yaş tayininde kullanılan iki tip metot vardır. Birisi paleontolojik, diğeri de radyoaktif yaş tayin metodudur.


Paleontolojik yaş tayin metodunda bir kayacın yaşı, ihtiva ettiği fosil çeşidine göre yapılır. Jeolojik dönemlerde çok kısa devrelerde yaşayıp ortadan kalkmış olan fosiller vardır. Bunlara “Karakteristik veya Kılavuz Fosiller”ya da “Kat Tayin Edici Fosiller” adı verilir. Farklı devir ve dönemlerde yaşamış karakteristik fosiller dikkate alınarak, her devrin yaşı ve ihtiva ettiği kat belirleyici fosilleri gösteren “Jeolojik Sütun”lar teşkil edilmiştir. Herhangi bir beldede bulunacak olan karakteristik fosille o beldenin yaşı, bu jeolojik sütundan anlaşılabilir. Ancak hangi indeks fosillerin hangi yaşı gösterdikleri nasıl bi­linecektir? Bunun cevabı, “Evrim”dir. Yani evrimin bütün dünyada aynı doğrultuda meydana geldiği ileri sürüldüğüne göre, belli bir çağda ya­şayan organizmaların geçirdikleri evrim safhaları, bu çağda depolanan tortulları tanımak için şaşmaz bir kıstas olmalıdır. Bu, “evrim” düşüncesinin temel prensiplerinden birisidir.


Fosilleri bu kronolojideki çok özel yere oturtmak için gerekli olan kıstas, “Hayatın basitten karmaşıklığa doğru evrimleştiği” dü­şüncesidir. Canlı varlıkların evrimleşmesi ise, fosil kayıtları üzerine bina edilir. Evrimin olduğuna ait delil, fosillerdir. Fosiller de evrim düşüncesine göre kronolojik sıraya dizilmişlerdir. Böylece mesele fasit bir daire şeklinde güçlü bir muhakeme sis­temine dönmüştür1.


Bir diğer metot, radyoaktif elementlerle yaş tayinidir. Burada uranyum ve toryum ile radyo karbon on dört metotları kullanılır.




Uranyum Metodu


Bu metot; uranyum ile onun kardeş elementi olan toryumun uzun bozunma zincirleri boyunca kurşun ve helyum hâsıl etmeleri esasına dayanır. Bunların bozunum süreleri, yarılanma ömürleriyle hesap edilir. Radyoaktif element olan U238’in yarılanma ömrü 4.5 milyar yıl, U235’in yarılanma ömrü 0.7 milyar, Toryumun (Th232) yarılanma ömrü ise 14.1 milyar yıldır. Bunlar be­lirli oranlarda helyum atomu vererek aşağıdaki gibi kurşun izotoplarını hâsıl ederler:






U 238 Pb206 + 8He4 Pb 206 + 8 He 4


U 235 Pb207 + 7He4 Pb 207 + 7 He 4


Th 232 Pb208 + 7He4






U235 bu yarılanma süresinde Pb207 (kurşun 207) izotopunu ve 7He4 vererek bozunuma uğrar. Kayaçta bozunum sonucu birikmiş olan kurşun 207 izotopundan hareket ederek ne kadar uranyum 235’in bozunumu ile ortaya çıktığı ve bunun da ne kadar zamanda hâsıl olduğu, U235’in yarılanma ömrü dikkate alınarak hesap edilir.




Uranyum Metodu’nun kritiği


Uranyumun radyoaktif bozunumuna dayanan yaş tayin metotlarının sakıncalı tarafları vardır. Bunları şöyle özetlemek mümkündür:


1. Uranyum mineralleri her zaman açık sistemlerde bulunur.


Uranyum ihtiva eden kayaç kapalı bir sistemde olmadığı için, dış etkilere maruzdur. Meselâ uranyum yer altı suyu tarafından kolayca çö­zülebilir. Ara elementlerden olan radon gazı, uranyum sisteminden dı­şarıya veya içeriye kolayca geçebilir. Radyoaktif yaş tayini konusunda söz sahibi Henry Fauld, bu hususa şöyle dikkat çekmektedir:


“Jeolojik zamanda hem uranyum hem de kurşun, tortulu şist­lerin içinde yer değiştirmişlerdir. Detaylı analizler, bu elementlerle uygun yaşların elde edilemediğini göstermiştir. Benzer güçlüklerle, uranyum ve radyum ihtiva eden maden damarlarının yaşını tayin etme teşebbüslerinde de karşılaşılır. Aynı noktadan alınan örnekler üzerinde farklı yaşların tespit edildiği ve birçok kimyevi aktivitenin vuku bulduğu bilinmektedir” 2.


2. Uranyum bozunum hızı değişken de olabilir.


Radyoaktif bozunmalar atomik yapı tarafından kontrol edildiklerinden, diğer olaylardan kolay kolay etkilenmezler. Fakat atomik ya­pıları etkileyebilen faktörler, radyoaktif bozunum hızını da et­kileyebilirler. Bunun en bariz misali, kozmik radyasyon ve bunun ürünü olan nötrinolardır. Bir başka misal de, reaktörlerden çıkan veya farklı yol­lardan hâsıl olan serbest nötronlardır. Eğer bu parçacıkların yerküredeki miktarlarını artıracak herhangi bir şey meydana gelmişse, radyoaktif bo­zunum hızlarını da artıracaktır.


3. Oğul ürünler, kayacın ilk teşekkülünde orada yer almış olabilir. Uranyum ve toryum bozunumuyla ortaya çıkan radyojenik oğul ürün­lerin, bu mineraller ilk defa teşekkül ettiği zaman orada mevcut olması mümkündür. Günümüzde yerkürenin iç tabakalarından lavların akmasıyla meydana gelen kayaların, bazen hem radyojenik hem de müşterek kur­şun ihtiva ettikleri bulunmuştur.


4. Oğul ürünlerin hepsi o kayaca has olmayabilir. Radyoaktif bo­zunmayla teşekkül eden oğul ürünlerin hepsi o kayaçta kalmayabileceği gibi, başka kayaçta teşekkül etmiş oğul ürünler de oraya gelmiş ola­bilirler.




Radyokarbon (C14) Metodu


“Radyokarbon,” sabit olmayan karbon-on dört (C14) izotopuna verilen isimdir. Karbon-on iki (C12) ise “tabii karbon” olarak adlandırılır ve rad­yoaktif değildir. Radyokarbon, atmosferin üst kısmında, kozmik rad­yasyonla, atmosferdeki azot-on dört (N14)’ün aralarındaki reaksiyonlar sonucu hasıl olur. Karbon-12, altı proton, altı nötron ve altı orbit elektron taşır. Karbon-14 çekirdeğinde ise sekiz nötron bulunur. Bu iki fazla nötron, atomu kararsız hâle getirir. Nötronlardan biri beta partikülü vererek yedi pro­tonlu ve yedi nötronlu bir çekirdek hasıl eder. Bu yeni yapı, Azot-14’tür. Böylece kararsız Karbon-14, kararlı Azot-14’e dönüşür. Yarılanma ömrü de 5730 yıldır.


Atmosferde teşekkül eden Karbon-14, derhâl CO2 hâlinde oksitlenir ve havaya, suya ve organizma bünyesine yayılır. Normal olarak, havadaki radyoaktif karbondioksit ile radyoaktif olmayan karbondioksit oranının, dolayısıyla C14/C12 oranının sabit olduğu, bu sabit orana ulaşabilmek için de 100 yılın geçtiği kabul edilir.


Canlı organizmalardaki C14/C12 oranının da sabit olması beklenir. Or­ganizma yaşadığı sürece bu oranın eşitliği değişmez. Fakat canlı or­ganizma ölünce, havadan CO2 alamayacağı için C14’ün C12’ye oranı git­tikçe azalacaktır. Bu azalma 1/2 değerini bulduğu zaman, o organizmanın ölümünden itibaren geçen sürenin 5730 yıl olması gerekir. Çünkü C14’ün yarı ömrü 5730 yıldır. Beş yarı ömürde, yani yaklaşık 29 bin yılda orijinal radyokarbon miktarının sadece 1/32’si serbest bırakılacaktır. Radyokarbon Metodu, en çok 80 bin yıl öncesine kadar uzanan süreleri tespit için kullanılabilmektedir. Daha yaşlı materyallerde ise, Uranyum Metodu kullanılır.
Radyokarbon Metodu’nun kritiği


Radyokarbon Metodu birtakım kabullere dayanmaktadır. İtiraz edilen hususlar şunlardır:


1. Birçok canlı sistem, standart C14/C12 oranına sahip değildir. Karbon-14 Metodu, bütün canlı organizmalar öldüğü zaman, on­ların hepsinin standart C14/C12 oranını ihtiva ettiğini farz eden bir kabulle yola çıkar. Hâlbuki birçok numune bu oranı göstermemiştir. Meselâ bu metotla, yaşayan mollusklar 2300 yaşında tespit edilmiştir. Böyle bir değer, organizma çevresinin, tahmin edilenden daha fazla C14 ihtiva et­tiğini, dolayısıyla organizma ile çevre arasında karbon değişimi olduğunu gösterir34.


2. Radyokarbon, her organizmada sabit oranda azalmayabilir.


Radyokarbon bozunumları, çevrenin radyoaktivitesinden, özellikle serbest nötronlardan ve kozmik radyasyonlardan etkilenmekte ve do­layısıyla bozunma hızları değişmektedir.


3. Tabii karbon miktarı geçmişte değişik olabilir.


Geçmişte yeryüzünün bitki örtüsü, şimdikinden ya daha fazlaydı ya da daha az. Buna bağlı olarak da C14/C12oranı ya büyük veya küçük olacaktır. Dolayısıyla bu periyotlara ait materyallerin görünen radyokarbon yaşı da, gerçek yaştan ya büyük veya küçük bulunacaktır. Aynı husus, atmosferdeki karbondioksit miktarı için de geçerlidir. Şayet geçmişte volkanlar dışarıya karbondioksit vermişse, bu durumda o zamanki karbondioksit miktarı, şimdikinden farklı olacaktır.


4. Radyokarbon oranı kararlı bir duruma erişmemiş olabilir. C14/C12 oranının belirli bir sürede yerkürede kararlı bir duruma gel­diği kabul edilir. Yani atmosferde teşekkül eden C14 miktarı, yeryüzünde bozulmaya uğramış C14miktarına eşittir. Dolayısıyla giren ve çıkan top­lam C14 miktarı aynı olmalıdır. Ama durumun böyle olmadığını gösteren hususlar da vardır. Nitekim dünyada bir yılda teşekkül eden radyokarbonun ölçülebilen miktarının, bozulmaya uğrayan radyokarbondan yüzde 25 oranında fazla olduğu belirtilmektedir3.




Jeolojik ve arkeolojik yaş tayin metotları hakkında genel değerlendirme


Jeolojik ve arkeolojik materyallerin yaşını tayinde kullanılan gerek radyoaktif gerekse diğer metotlar, birtakım kabullere ve tahminlere dayandığı için istenen hassasiyette değildir. Bu bakımdan ortaya konan yaşların gerçek yaşlar olduğu hususunda tereddütler hâsıl olmaktadır. Ancak her materyalin yaşını tayinde benzer hatalar olduğu için, tespitler gerçek yaş­lardan ziyade nispi yaş olarak önemlidir. Sözgelimi 150 milyon yaşında olduğu tespit edilen A materyali, 50 milyon yaşındaki B materyalinden üç kat daha yaşlıdır. Yani B materyali gerçekte 5 bin yaşında ise, A ma­teryali de 15 bin yaşında olacaktır.


Yukarıda sözü edilen metotların, daha iyi sonuç verecek başka al­ternatifleri de yoktur4.


İnsanın geçmişiyle ilgili olarak şu söylenebilir:


Semavi kaynakların işaretlerinden, ilk insan Hz. Âdem’den itibaren günümüze kadar geçen sürenin 6 ile 7 bin yıl arasında olabileceği anlaşılıyor. Diğer taraftan, fosillere dayanarak ilk insanın yeryüzünde göründüğü ileri sürülen tarih, günümüzden birkaç milyon yıl öncesiyle ifade ediliyor. Fosil yaşlarının bu kadar yüksek çıkması, kullanılan metotların fazla hata payı ihtiva etmelerinden kaynaklanmaktadır.






Kaynak:


1 Morrıs, H. and Parker,G.E. What is Creation Science? Master Book Publishers. California. 1982. Terc. Â.Tatlı, Keha,E., Marangoz, C., Solak, K. ve Ha­senekoğlu, İ. Yaratılış Modeli. Millî E. Bakanlığı Basımevi. Ankara. 1985.

2 Fault, H. Age of Rocs, Planets and Stars. NewYork. McGraw-Hill Book. Co. Inc. 1966, p.61.3 Kıeth, M.S. and Anderso, G.M. Radiocarbon Dating: Fictitious Tesults with Mollusc Shells. Science, August, 16. A. 634, 1963; Libby,W.F.Radiocarbon Dating. Universty of Chicago Press.1955, p.7;Lingelfelter, R. E. Production of C-14 by Cosmic & Ray Neutrons. Reviews of Geographics. 1963, Vol. 1. p.51;37. Suess, H.E. Secular Vanations in the Cosmic Ray Pro­duced Carbon-14 in the Atmosphere and their In­terpretations. Journal of Geophysical Research. 1965, Vol.7. p.594.4 Daha geniş bilgi için; Tatlı, A. Evrim ve Yaratılış. Nesil Yayınları. İstanbul, 2007.

Dünyanın oluşumu ve depremler





'Karadeniz'de su seviyesi yükseliyor'









'Karadeniz'de su seviyesi yükseliyor'


Prof. Dr. Osman Bektaş, "Bilgisayar modellemelerinde ön görülen koşullar 2100 yılına kadar değişmezse Karadeniz'in suları iklim değişimine bağlı olarak 20 metre kadar yükselebilecek" dedi.


Bektaş, AA muhabirine yaptığı açıklamada, günümüzde küresel ısınma ve iklim değişimi nedeniyle sürekli dolan Karadeniz'in "ısıtılarak taşan tencere" gibi taştığını savundu.Bektaş, 6 bin 500 yıl önce tatlı su gölü olan Karadeniz'in eski kıyı çizgisinin bugün 100-150 metre su derinliğinde bulunduğunu ifade ederek, "1992-2005 yılları arasında Karadeniz'in su seviyesindeki yükseliş bir önceki on yıla göre 2-3 kat daha artarak yıllık 8-9 milimetreye ulaşmıştır.


Bilgisayar modellemelerinde ön görülen koşullar 2100 yılına kadar değişmezse Karadeniz'in suları iklim değişimine bağlı olarak 20 metre kadar yükselebilecek" diye konuştu.


2010-2011'deki 20 santimlik yükselme endişeyi artırdı

NASA'nın uydudan yapılan deniz seviyesi ölçümlerine göre 2010 ve 2011 kış aylarında emsali görülmemiş, gizemli 20 santimetrelik deniz seviyesi yükselimlerinin Karadeniz'in karalar üzerindeki ilerlemesini daha da endişeli boyuta taşıdığını belirten Bektaş, şunları söyledi:"Son verilere göre atmosfere salınan karbondioksit ve diğer gazların azaltılmasıyla 2050 yılına kadar küresel ısınmanın olumsuz etkileri yüzde 25-50 oranında azaltılarak okyanuslardaki deniz suyu seviyesi azaltılabilecek. 21. yüzyıladepremden daha çok sel, taşkın, heyelan ve deniz seviyesi yükselimi gibi iklim değişimine bağlı doğal afetler damgasını vuracak."Bektaş, Karadeniz'in ne zaman ve ne kadar taşıp, kıyıları ne kadar istila edeceği konusunun sahildeki yaşam planlaması açısından hayati önem taşıdığını da kaydetti.


Kaynak: http://www.mynet.com

İşte Japonya'nın yeni adası!









İşte Japonya'nın yeni adası!


Japonya'nın güneyindeki bölgede deniz altında volkanik bir patlama meydana geldi. Nishinoshima açıklarında gerçekleşen patlamayla çapının yaklaşık 200 metre olduğu belirtilen yeni bir ada oluştu. Volkanik faliyetlerin sürdüğü adacık üzerinde halen yoğun duman ve kül tabakası bulunuyor. Oluşan adacık ile ilgili olarak Japonya hükümet sözcüsü Yoshihide Suga, küçük de olsa yeni bir toprak parçası sahibi olmalarının kendilerini mutlu ettiğini söyledi.


İşte Japonya'nın yeni adasının oluşum anından fotoğraflar...























Kaynak :http://www.cumhuriyet.com.tr

20 Kasım 2013 Çarşamba

Yanardağlar



Yanardağ
Yanardağlar, yeraltındaki ergimiş kayaların ,kaya parçalarının ve gazların yerkabuğundaki açıklıklardan püskürdüğü oluşumlardır.Art arda olan püskürmeler sonucunda maddelerin üst üste yığılmasıyla ortaya çıkan yükseltiler de aynı biçimde adlandırılır.Yüzeye çıkan ergimiş durumdaki maddeler zamanla katılaşarak volkanik kayaları oluşturur .Depremler gibi yanardağların da çoğu levha sınırlarına yakın yerlerde bulunur.Öte yandan, nasıl ki, levha sınırlarına uzak yerlerde de zaman zaman deprem olursa, bazı yanardağlar da levhaların iç bölümlerinde bulunur.

Yayılma Sırtları:

Okyanus dibinde. İki levhanın birbirinden uzaklaşmakta olduğu sınırda ,okyanus ortası sırtları ya da yayılma sırtları adı verilen yanardağlardan oluşan sıra dağlar vardır.Levha birbirinden ayrıldıklarında astenosfer üzerindeki basınç azalır.Bunun sonucunda, levha sınırının altında bulunan katı durumdaki minareler tanecikleri ergiyerek magmaya dönüşür.Yükselmeye başlayan yeni magmanın çoğu levha kenarlarında katılaşıp kalır, yüzeye ulaşan bölümü ise okyanus tabanında yanardağlar oluşturur.

“Plastik” Kayalar:

Bilim adamları, astenosferi genellikle “plastik” olarak tanımlarlar.Bunun nedeni, astenosferin büyük bir bölümün yumuşsak olmasına karşın , sıvıdan çok küçük miktarlarda magma bulunan katı mineral taneciklerinden oluştuğunu düşünüyorlar.Astenosferdeki sıcaklığın , minerallerin çoğunu ergitmeye yetecek kadar yüksek olmasına karşın ,üsteki litosfer katmanın neden olduğu yoğun basınç bunu engeller.

Dalma-Batma Bölgesi Yanardağları: 

Yanardağlar, iki levhanın çarpışması sonucu birinin diğeri altına daldığı levha sınırlarında oluşur.Dalan levha, 100-200 km derinlikte bulunan ve dalma-batma bölgesi adı verilen bölgede ergimeye başlar ve magmaya dönüşür.Bu magma, levhanın üzerinde biriken tortullar ve ergimiş durumdaki okyanusal litosferden oluşur.Magma ,tortullarla birlikte yerin derinliklerine çekilen su içerir.Oluşan yeni magma ,çatlaklardan geçerek yüzeye püskürür ve üstteki levhanın üzerinde yanardağların oluşuma yol açar.Bu çatlaklar ,levhaların hareketi sonucunda oluşur.Üstteki levhanın okyanusal litosfer levhası olması durumunda ,yanardağların su yüzeyinin üzerinde kalan bölümleri bir dizi volkanik ada oluşturur.

Magma:

Magma, ergimiş durumdaki değişik mineraller ve bazı mineral kristallerinde oluşan lapa benzeri, yoğun bir sıvıdır.Kıvamı, su ve buz kristalleri içeren yarı erimiş durumdaki kar gibidir.Bilim adamları ,magmanın büyük çoğunluğunun astenosferde bulunmakla birlikte bir bölümünün de alt mantonun bazı bölgelerinde geldiğini düşünüyorlar.

Sıcak Noktalar:

Birçok yanardağın oluşumunun levha sınırlarındaki hareketle bağlantılı olmasına karşın bazıları bu sınırlara uzak yerlerde ortaya çıkabilir.Bu yanardağların ”sıcak noktalar” olarak adlandırılan olağanüstü sıcak bölgelerin varlığı sonucunda oluştukları düşünülüyor.

Bilim adamları, sıcak noktaların astenosfer ve alt mantoda bulunduğu varsayılıyor.Sıcak noktalarda, ısı akımlarının mantonun içinden geçerek yükseldiği tahmin ediliyor.Bu olağanüstü ısının basıncın etkisini ortadan kaldırılması sonucunda da magma oluşur.Yüzeye doğru çıkan magma, litosferden geçiş sırasında, yolunun üzerindeki kaya kütlelerini ergiterek kendisine yol açar.Magmanın yüzeye çıktığı yerlerde zamanla yanardağlar oluşur.

YANARDAĞ PÜSKÜRMELERİ:

Magmanın yerkabuğundan yükselerek yüzeye çıkmasına yanardağ püskürmesi adı verilir.Yanardağ bir kez oluştuktan sonra yeraltından magma geldiği sürece püskürmeler devam eder.İki püskürme arasında onlarca, yüzlerce, hatta binlerce yıl geçbilir.

Magma Yükselişi:

Astenosferdeki magma, ancak yeterince büyük bir “kabarcık”oluşturacak biçimde biriktiği zaman litosfere doğru yükselir.Magmanın yükselmesine yol açan süreç, bozuk bir musluktan suyun damlamasına(ancak ters yönde) benzer.Bozuk bir muslukta su sürekli biçimde musluğun ağzında birikir fakat damla halinde düşmesi ancak yeterli ağırlığa ulaşması ile gerçekleşir.Magma da yeraltında yeterli derecede biriktiğinde ve yoğunluğu çevresindeki kaya kütlelerinden daha düşük olduğunda yukarı doğru çıkmaya başlar.Çoğu yanardağın altında (yerkabuğunun içinde ya da altında) magmanın biriktiği bir magma odası vardır.

Yanardağın Altı:

Magma odası il yanardağın yüzeyi arasında kanal ya da baca olarak adlandırılan genişlemiş çatlaklar bulunur.Bunlar bir önceki patlamalardan arta kalan katılaşmış magma ile doludur.bazı yanardağlarda, magma odasından çıkan çok sayıda baca olmak ile birlikte bunların hepsi yüzeye ulaşmayabilir.Bir bacanın açıldığı yere ağız denir.Yanardağ ağızları yuvarlak ya da ince uzun biçimde olabilir.Bazı ağızlar, krater adı verilen derin çukurların içinde bulunur.Bir püskürme sırasında, magma, biriktiği magma odasından yüzeye çıkan bacalardan birinden geçerek,yanardağın tepesindeki ağıza ulaşır ve buradan dışarı fışkırır. Bazı durumlarda ise magma ,yanardağın yamacındaki bir ağızdan çıkar.

Lav:

Püskürme sırasında yüzeye çıkan magma lav adını alır.Yanardağın yamaçlarından, lavdan oluşan bir nehir gibi akan lav akıntısının zaman soğuyup katılaşmasıyla volkanik kayalar oluşur.Çeşitli türlerde lav bulunmakla birlikte bunların tümü nerdeyse diğer mineral elementlerinin yanı sıra bir silisyum ve oksijen karışımı olan silisyum dioksit (SiO2) içerir. Lavın yoğunluğu ,içindeki silisyum dioksit oranına göre değişir.Yoğun olmayan lav bal kıvamındadır.Yoğun lav ise şekerlenmiş bal gibi koyu ve yapışkandır.Bir patlama sırasında yanardağdan farklı yoğunlukta lavlar püskürebilir.

Bir yanardağın biçimi, büyük oranda, lavın yoğunluna bağlıdır.Yoğun olmayan lav katılaşıncaya kadar daha geniş bir çevreye yayıldığından ,bu Tür lavdan oluşan yanar dağların yamaçları yumuşak eğimli olur.Kalkan biçimli olarak tanımlanan Bu yanardağlar, çoğu zaman sıcak noktalar ve yayılma sırtlarında bulunur.Bu yanardağların lavı çoğunlukla bazalttan oluşur.Yoğun lav,yüksek oranda silisyum dioksit içerir ve genellikle dalma-batma bölgelerinin üzerindeki yanardağlardan püskürür.Çok koyu olduğu için ağızdan fazla uzaklaşmadan katılaşan bu lavın oluşturduğu yanardağlar çoğu zaman koni biçimindedir.

Püskürme Tipleri: 

Yanardağın püskürmeleri, lavın çıkış biçimine göre sınıflandırılır.Bu da lavın yoğunluğuna ve lavın içerdiği gazların ne kadar kolaylıkla kurtulabilmelerine bağlıdır.Yoğun olmayan lavdan kolayca kurtulabilen gazlar, yoğun lavdan ancak büyük patlamalarla kurtulabilirler.

Magma, yüzeye yaklaştıkça üzerindeki basınç azalır ve tıpkı bir gazoz şişesinin kapağı açıldığı zaman basıncın azalması sonucu gazozun içinde hava kabarcıklarının oluşması gibi volkanik gazlar magmanın içinde küçük kabarcıklar oluşturur.

Farklı püskürme tipleri:

- Hawaii tipi püskürmeler genellikle hafif şiddetedir.lavın çok akışkan olduğu ve içinde gazların kolayca kurtulduğu durumlarda bu tür püskürmeler olur.Kimi zaman magma, yanardağdan dışarı, bir fıskiyeden fışkıran su gibi çıkar.

- Stromboli tipi püskürmeler, lavın biraz daha yoğun olması durumunda görülür.Sıkışmış gazlar, yanardağ ağzının çevresine sıvı halde lav kütlerinin fışkırmasına neden olan, küçük patlamalarla açığa çıkar.

- Vulkona tipi püskürmeler, lavın daha yoğun olduğu durumlarda görülür.Sıkışmış gazlar gürültülü patlamalarla açığa çıkar ve yanardağın ağzına iri kaya parçaları ile çok miktarlarda volkanik kül püskürür.

- Pilinius tipi püskürmeler, lavın çok yoğun olması durumunda görülür.Sıkışmış gazlar, çok büyük patlamalarla kurtulur.Yanardağın püskürmeleri sırasında büyük miktarlarda volkanik kül gökyüzüne fırlatılır.

LAVAKINTILARI, BLOKLAR VE BOMBALAR:

Püsküren bir yanardağdan akan lavlar ,yolları yakıp yıkmasın karşın ,çok ender olarak ölüm yada yaralanmalara yol açar.Bunun nedeni, lav akıntısının yavaş ilerlemesi ve insanların ondan kaçma olağanı bulabilmeleridir.

“Pahoehoe” ve “aa” , iki farklı lav akınsına Hawaii dilinde verilen adlardır.Bunlar birbirlerinden , volkanik gazların lavdan çıkış biçimiyle ayrılır.

Pahoehoe lav akıntıları:

Pahoehoe lav akıntılarının yüzeyi genellikle düz ya da hafif kırışık olur.Bu tür akıntıların koyu kıvamı değildir yani akışkandır.Lav soğumaya başladığında yüzeyinde düzgün kabuk oluşur.Lav akıntısının iç kısmı ergimiş durumda kalarak akmayı sürdürürken soğumakta olan yüzeyde zaman zaman halat benzeri kıvrımlar oluşturabilir.

Aa lav akıntıları:

Aa lav akıntılarında pürüzlü ve çatlaklı bir yüzeyi vardır.Bu akıntılar, daha yoğun lavdan oluşur ve pahoehoe lava kıyasla daha yavaş akar.Lav akarken ,yüzeyi iri parçalar biçiminde kırılır ve içindeki gazlar açığa çıkar.Kırılan parçalar ,sıvı durumu koruyan lav akıntısının iç kısmı ile birlikte sürüklenir.

Bir aa akıntısısın kenarları ve önü tank paletlerine benzer bir biçimde ilerler:Akıntının önündeki soğumuş parçalar dönerek lavın altına girer, ilerlemekte olan lav bunların üstünden geçer.Katılaşmış aa lavının yüzeyi pürüzlüdür ve yanmış kömür yığınlarını hatırlatır.

Yurdumuzdaki Yanardağlar

Ağrı Dağı (5.137 m)
Ulu Doruk (Reşko Doruğu) Cilo Dağları (4.135 m)
Suppa Durek , Cilo Dağları (4.060 m)
Süphan Dağı (4.058 m)
Kaçkar Dağı (3.932 m)
Erciyes Dağı (3.917 m)
Karaeğri Sivrisi , Cilo Dağları (3.900 m)
Küçük Ağrı Dağı (3.896 m)
Maunsell Sivrisi , Cilo Dağları (3.850 m)
Samdi Dağı , Sat Dağları (3.810 m)
Mordağ , Hakkari Dağları (3.807 m)
Orta Dürek , Cilo Dağları (3.770 m)
Demirkazık Doruğu , Ala dağlar (3.756 m)
Karakülah Doruhu , Cilo Dağları (3.750 m)
Kaldı Doruğu , Ala dağlar (3.748 m)
Kızılkaya Doruğu , Ala dağlar (3.725 m)
Emler Doruğu , Ala dağlar (3.720 m)
Verçenik Doruğu , Rize Dağları (3.711 m)
Koca Sarp , Ala dağlar (3570 m)
Beş Parmak , Ala dağlar (3520 m)
Medetsiz , Bolkarlar (3514 m)
Direk taş , Ala dağlar (3510 m)
Güzeller , Ala dağlar (3041 m)


Kaynak: http://www.yerbilimi.com

Türkiye’de Nüfusun Yüzde 95’i Deprem Kuşağında Yaşıyor


Adnan Evsen, yaptığı açıklamada, toplumda deprem bilincinin oluşturulması ve daima hazırlıklı olunması amacıyla, her yıl 1–7 Mart tarihlerinin 'Deprem Haftası' olarak kutlandığını kaydetti. Türkiye'nin jeolojik konumu nedeniyle dünyada deprem tehlikesi en yüksek olan ülkelerden birisi olduğuna dikkat çeken Evsen, “Türkiye’nin yüzölçümü olarak yüzde 92'si, nüfus yoğunluğu olarak yüzde 95'i deprem kuşağında yer almaktadır. Son yüzyılda meydana gelen depremlerden yüz bin civarında vatandaşımız hayatını kaybetmiştir.” dedi.
 Türkiye'nin bir deprem ülkesi olarak bilinmesine rağmen, deprem gerçeği ile ilk yüzleşmesinin 1999 Marmara ve Düzce depremleri ile olduğunu dile getiren Evsen, şöyle devam etti: "2012 yılında yayımlanan Türkiye Diri Fay Haritası'na göre, Türkiye’yi etkisi altına alan diri fayların sayısı toplam 326 adet olmuştur. Söz konusu 326 adet diri faylar, alt segmentleri ile birlikte değerlendirildiğinde deprem üretebilecek fay sayısının 485 adet olduğu belirtilmektedir. Bu aktif faylardan Kuzey Anadolu Fayı (1350 kilometre)  ve Doğu Anadolu Fayı (580 kilometre) tek başına yıkıcı deprem üretebilecek alt parçalardan oluşan büyük fay sistemlerine sahiptir.”
 Kayseri ile ilgili de bilgiler veren Adnan Evsen, yenilenen 'Türkiye Diri Fay Haritası' ile Kayseri’yi ve yakın civarını da etkisi altına alacak olan 'Sarız Fayı'nın ortaya çıktığını belirtti. Bu fayın yaklaşık 200 kilometre uzunluğa sahip tek parçalı aktif bir fay olduğunu kaydeden Evsen, Türkiye Diri Fay Haritası'na göre, Sarız, Pınarbaşı, Bünyan, Tomarza, Develi, Yahyalı ve Kayseri’nin Deprem Bölgelendirme Haritası'nın değişmesinin muhtemel olduğuna dikkat çekti.
 Deprem Haftası nedeniyle, deprem zararlarına karşı alınacak tedbirler ve korunma yöntemlerinin nasıl olması gerektiğinin bir kez daha hatırlatılmasında fayda gördüklerinin altını çizen Evsen, "Şehrin en merkezi noktasından en ücra köyüne kadar bütün yerlerde deprem etkinlikleri düzenlenmelidir. Farkındalık oluşturulmalı ve tatbikatlar yapılmalıdır. Okullarda ve diğer öğretim mekânlarına klasik bir tarz olan şiirler ve metinler ile kutlamanın önüne geçilmeli ve tatbikata önem verilmelidir.” şeklinde konuştu. 

520Milyon yıllık fosil bulundu






Bilim insanları, Çin'in güneybatısında yaklaşık 520 milyon yıl önce yaşamış bir deniz canlısının fosilini buldu.
"Nature" dergisinde yayımlanan araştırmaya göre, şimdiye kadar bulunan en eski kalıntılardan biri olan fosilde, "fuxhianhuiid" adı verilen eklem bacaklının beslenme ve sindirim sistemleri görülebiliyor.
Daha önce bulunan "fuxhianhuiid" fosillerinde, canlılar başaşağı konumda fosilleştiği için içorganlar görülemiyordu.
Bilim insanları, en ilkel sinir sistemine sahip canlının deniz tabanında sürünerek yaşadığını tahmin ediyor.
Canlının kafasının altında, yakaladığı hayvanları ağzına götürüp yiyebilmesine yarayan ilkel organlar bulunuyor.
Cambridge Üniversitesi'nden Javier Ortega-Hernandez, Çin'in Şiaoşiba bölgesinde bulunan fosilin kabuklular ve böcekleri de içeren eklem bacaklılar türünün gelişimine ışık tutabileceğini açıkladı.
AA

Kaynakwww.ntvmsnbc.com

19 Kasım 2013 Salı

Dinazorların nesli neden tükendi?


Nesilleri Nasıl Tükendi?

Dinozorların nasıl yok olduğuna dair bugüne değin birçok iddia ortaya atılmıştır. Geçmişte, dinozorların kısa bir süre içinde toplu olarak nasıl yok oldukları uzun bir süre açıklanamamış ve yanardağ patlamalarından dünyadaki iklim değişikliklerine kadar çeşitli teoriler ortaya atılmıştır.
1980 de ise Nobel ödüllü fizikçi Luis Alvarez ve oğlu jeolog Walter Alvarez dinozorları bir göktaşının ortadan kaldırdığını ileri sürdü. Alvarezler'in bu görüşü 85'li yılların sonları ve 90'lı yılların başlarında bilim çevrelerinde ağırlık kazanmış ve ilerleyen yıllarda da ortak kabul olmuştur. Yapılan araştırmalar da bu görüşü kanıtlamıştır. Dinozorların nasıl yok olduğuna ilişkin bilim adamlarının sahip oldukları bu görüş dinozorların sonunun 65 milyon yıl önce yaklaşık 10 km çapında bir göktaşının Dünya'ya çarpmasıyla gerçekleştiğini açıklar. Bu göktaşı saatte 54.000 km hızla Meksika'nın Yukatan Yarımadası açıklarında Dünyaya çarpmış ve çarpma anında 200.000 km³ madde buharlaşmış, erimiş ya da yüzlerce kilometre öteye savrulmuştur. Bu çarpma sonucu canlı türlerinin %70'inden fazlası yok olmuş ve 180 km çapındaki, Dünya'nın en büyük kraterlerinden biri olan Chicxulub krateri meydana gelmiştir. Çarpmanın 100 milyon megaton TNT'ye eşdeğer bir enerji açığa çıkardığı tahmin edilmektedir. Çarpma sonucu oluşan toz tabakası atmosferi kaplamış, Dünya aylar boyu karanlıkta kalmış, sıcaklık suyun donma derecesine kadar düşmüş ve asit yağmurları yaşanmıştır. Aylarca süren bu karanlık ve soğuk dönemde bitkilerin fotosentez yapamaması besin zincirini yıkmış ve bu felaketler zinciri de dinozorların sonunu hazırlamıştır. Dünya hiç güneş görmeyince buz devri oluşmuştur. Dinozorlar da bu sırada ölmüştür. Ancak bu sırada dinozorların tamamen yok olmadığı, bazı türlerinin evrimleşerek bugünkü kuşların atalarını oluşturdukları tahmin edilmektedir.

Dünyaya genel bir bakış


YERKÜRENİN OLUŞUMU

Yapılan araştırmalar sonucu gezegenimizin yaşı 4,5 milyar yıl olarak hesaplanmıştır.Geçen bu zaman dilimi, karmaşık bileşik yapılar ve içerdiği elementler göze alındığında, Güneş, Dünya ve diğer gezegenler dahil Güneş sistemi'ndeki yapıları oluşturan moleküler bulutsunun kaynağı, ömrünü önceden tamamlamış bir genç tip yıldız'ın dağılmış artıklarının ve yıldızlararası maddenin bir merkez etrafında dönerek gittikçe yoğunlaşmasıyla oluşmuştur. Merkezde yoğunlaşan çoğunlukla Hidrojen ve Helyum molekülleri yeni bir G2 türü yıldızı, yani Güneş'i oluşturmaya başlamış, çevre disklerdeki yoğunluklu bölgelerde ise gezegenler oluşmaya başlamıştır. Dünyamız ise Güneş'e 3. sırada yakınlıkta bulunan karasal bir iç gezegendir. Oluşum diskleri süreci ve sonrasında bu karasal gezegenler ağır göktaşı çarpışmalarına sahne olmuştur. Göktaşları yapısında bulunan donmuş buzlar ve silikat ve metal yapılar, karaların ve okyanuslarının oluşmasını sağlamış, merkezde yoğunlaşan ağır demir ve nikel elementleri ise gezegenimizin çekirdeğini oluşturmuştur. Ağır göktaşı bombardımanı, asteroid kuşağının Jüpiter'in güçlü çekim etkisi sonucu daha kararlı hale gelmesiyle gittikçe azalmıştır. Uygun koşullar oluştuğunda gelişmeye başlayan canlı hayat sonrasında özellikle bitkiler ve yaptıkları fotosentez ile atmosfer'imizin yapısal bileşimi önemli oranda değişmiş ve oksijen oranının yükselmesine neden olmuştur.
Dünya'nın Yaşı
Dünya'nın yaşı doğrudan doğruya kayaçların yaşıyla ölçülemez. Çünkü bilinen en yaşlı kayaçların bile bugün artık yeryüzünde var olmayan daha yaşlı kayaçlardan oluştuğunu biliyoruz. Bugüne kadar saptanabilen en yaşlı kayaçlar Grönland'ın batısında bulunmuştur ve 3,8 milyar yaşındadır. Demek oluyor ki Dünya'nın yaşı bundan daha fazladır. Bugün Dünya'nın yaşını hesaplamak için elde edilen en iyi yöntem radyoaktif elementlerin yarılanmaları sonucu başka elementlere dönüşümleridir. Örneğin radyoaktif uranyum elementinin uranyum bir süreçle kurşun atomlarına dönüşür. Öbür uranyum izotopundan biraz daha ağır olan uranyum-238'in dönüşümüyle daha hafif bir kurşun izotopu olan kurşun-206, uranyum-234'in dönüşümüyle de biraz daha ağır bir izotop olan kurşun-207 atomları oluşur. Uranyum-235'in kurşuna dönüşme hızı uranyum-238'in dönüşme hızından altı kat daha fazladır. Bu nedenler, incelenen bir kayaçtaki kurşun-206 ve kurşun-207 atomlarının oranı kayacın yaşına bağlı olarak değişir. En yaşlı olduğu düşünülen bir kurşun minerali ile bugün okyanuslarda oluşan kurşunun izotop yapısı arasındaki fark, ancak bu iki örneğin oluşumları arasında 4,55 milyar yıllık bir zaman dilimi olmasıyla açıklanabilir. Bu süre de Dünya'nın yaşı olarak kabul edilebilir. En eski kayaçların yaşını hesaplamak için radyoaktif rubidyum elementinin stronsiyuma dönüşme süreci de temel zaman ölçeği olarak alınabilir. Bunun sonucunda dünyamızın tahminen 5.5 milyar yıllık olduğu varsayılmaktadır.